
Kişisel gelişim kitaplarımın sayısını bilmiyorum. Evde 2 ayrı kütüphane var.Biri tamamiyle benim boyama dergilerim ve kitaplarım ile dolu...Eşime ait olan kütüphane ise, artık onunkileri ve benimkileri, üstüste yığılı kitapları taşıyamaz oldu. Bir o kadarını da çeşitli vesilelerle dağıttık..."Beni etkileyen, motive eden, hayata karşı bakış açımı ve duruşumu değiştiren tüm sözleri ve hikayeleri bir şekilde toparlamam lazım, bütün bunları sevdiklerimle paylaşmam lazım" diye düşündüm. İnsanlarla sohbet etmeyi, onları konuşturmayı ve karşılığında birşeyler öğrenmeyi çok seviyorum. Sohbeti zenginleştirmenin yolu elbette ki, okuduklarınızı aklınızda tutmaktan geçer. Ama benim gibi çok okuyor, çok insanla muhatap oluyorsanız, bir yandan da günlük sorunlarla boğuşmanız gerekiyorsa zaman zaman aklınızı ve ruhunuzu bir yere odaklayıp, hatırlanması gerekenleri hatırlamakta zorluk çekebilirsiniz. Bu zorluğa isterseniz unutkanlık diyebilirsiniz.!!!!Ahhh, gerçek hayat bazen çok acımasız olabiliyor.
İşte bu blog böyle doğdu.....Burada okuyacağınız hikayeler, bana ait anılar, hep beni çok derinden etkilemiş olanlar. Yaşam enerjimin azaldığını hissettiğimde ruhumu beslediğim cümleler, hikayeler... Bu blogu okurken şunu anlamanızı istiyorum, burada yazacaklarım, mutluluklar, üzüntüler, ümitsizlikler...aslında hepsi evrensel....Sizi bilmiyorum ama yaşadığım çoğu mutsuz olayın başkalarının tarafından da bir şekilde yaşandığını bilmek veya fark etmek beni epey rahatlatıyor. O yüzden, bu blogda, sizlerle, her mutsuzluğa düştüğünüz anda , içinizdeki güce güç katacak birkaç hikayeyi ve anımı paylaşacak olacağım, zamanımın yettiği ölçüde....
Olaylara, başımıza gelenlere, hayata, bazen o kadar atgözlüğü ile bakıyoruz ki, sahip olduğumuz mutluluğu veya komik durumu görmekten her nedense kaçıyoruz, illa ki mutsuzlukları, ümitsizlikleri görüyoruz.Bu dediğimi önce, komik bir hikayeyle, daha sonra da hayatımdan bir kesitle size aktarmak istiyorum.
Dr.Ruskin'in Amerikan Tıp Birliği dergisinde yayınlanan aşağıdaki yazısını okuyunca, olaylara tek yönlü bakış açımızın kişide nasıl farklı bir yaklaşım duygusu oluşturabileceğini, daha iyi anlayacaksınız.
Dr.Paul Ruskin, bir gün dersin konusu yaşlılık psikolojisi iken, derse ara verip, öğrencilerine bir örnek anlatmaya karar veriyor.
" Elimdeki örnek kişilik ne konuşuyor, ne de söyleneni anlıyor. Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor. Zaman, yer, ya da kişi kavramı yok.Yalnız, nasıl oluyorsa, kendi adı söylendiğinde tepki veriyor. Son altı aydır onun ynındayım, ne görünüşü için bir çaba harcıyor, ne de bakım yapılırken bana yardımcı oluyor. Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor.Dişleri yok, yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor. Elbiseleri salyalardan dolayı hep leke içinde.Yürüyemiyor, uykusu sürekli düzensiz, gece yarısı uyanıp, çığlıklarla herkesi uyandırıyor. Çoğu zaman mutlu ve sevecen ama durup dururken sinirlenebiliyor. Biri gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan ağlıyor."
Anlattığı vaka olayı bu kadardı. Dr.Ruskin, öğrencilerine böyle birinin bakımını üstlenip üstlenmeyeceklerini sordu.Öğrencilerinin hemen hemen tümü, bu kişiye bakamayacaklarını söylediler.
Dr. Ruskin, kendisinin bunu zevkle yaptığını ve aslında insanların bu zorlu deneyimi bir kere yaşadıktan sonra tekrar tekrar yaşamak istediklerini de belirtti. Hatta onların da bir şekilde yapacağını söyleyince öğrenciler şaşırdılar. Daha sonra Dr. Ruskin, sınıfın kapısını açıp içeri eşini ve eşinin kucağındaki..........sevimli mi, sevimli altı aylık kızını içeri aldı.....
Annem babam ben 7 yaşındayken ayrılmışlar...Annem çok muhteşem ve ilginç bir karakter...Onu ve ailesini anlatmaya ayrı bir kitap yazmak gerekir... Soyadları "Çelikiz"..... Atatürk vermiş bu soyadını. Çünkü annemin babası, Hilmi dedemin büyük abisi, Türkiye'nin ilk demiryolu müteahhitlerinden...Demirağ, Ören, Demirören aileleri gibi dedeme de soyadını bu sebeple Atatürk vermiş...Eve çuvalla para getirirmiş, çok üst düzey ve lüks bir yaşamın içinde olmalarına rağmen dedem son derece sıkı bir baba ve çocuklarını herşeyden sakınıyor...Annem de, dayım da ikizler burcu, yani içlerinde bir enerji bombası ile gezen insanlar ama hep bastırılmışlar....Annem denize girecek diye, dedem işçileri ters, gözleri kapalı, denizin ortasında halka yaptırıyor, annem onların ortasında kalan yerde havuza giriyor falan....O zamanlar beyaz çok güzel bir atları var....Birgün dedem yine dayımın istediği basit birşeye o kadar tavır koyuyor ki, ikizler burcu dayım, bu bastırılma öfkesini eve atla girerek gösteriyor...Evet, yanlış okumadınız, dayım sinirinden beyaz atın sırtına atlıyor, o zaman Urfa'da kocaman avlulu bir evde oturuyorlar, dayım atla eve giriyor, her odayı gezip, ortalığı talan ediyor, çıkıyor...ve tabi sonra bir süreliğine, dedemin korkusundan kayboluyor...Hep arada kalan anneannem....Günlerce oğlunu arıyor.....
Bu gibi çocukluktan gelen karakter bastırımları, istediğimiz, hissettiğimiz özgürlükleri yaşayamamız elbette ki sonraki yaşanmışlıklarımızda mutlaka ortaya çıkıyor....Annemde de böyle olduğuna inanıyorum....Hala 30 yaşında gibi....İçi içine sığmayan, hayat dolu, hiçbir şeyi sorun etmeyen, çok keyifli, süslü, inanılmaz birisi...Herkes onu çok seviyor...Ama ben, böylesine uç bir anneyle yaşayan yay burcu bir çocuk olarak, çok mutsuzluklar yaşadım...Çocukluğunda ve gençliğinde yaşamadığı hayatı, evlenip boşandıktan sonra yaşamaya çalışırken, belki de annelik ona göre değildi...Maalesef hayatında artık ben vardım...O yüzden mutsuz bir çocukluk geçirdim...Hep çok suskun ve çekingendim..Annem, babamın evi terk etmesine sebep olduğu için hep onu suçladım. Beni hep benimle bırakıp, kendimin, doğru yolu bulup bir yaşam tarzı oturtmak zorunda kaldığım için, hep onu suçladım. Babam evi terk ettikten sonra bir sene Belçika'da kaldı. Sonra da evlenip Adapazarı'na yerleşti.Uzakta olduğu için her zaman babamı annemden çok sevdim. Ancak yazları ve ya da tatillerde babamı görebiliyorsum..O kadar farklı 2 ev yaşantım vardı ki...Babam ayakları son derece yere basan bir insan, çok akıllı ve çok zeki, çevresindeki herkesin de öyle olmasını bekliyor. Bir konuyu bir kere anlatır, eğer anlamzsanız, şansınız yok...O evde herşey makul, yerinde, tutumlu, olağanüstü hiç birşey yok ama babamın kurallarına uyulması gerekiyor...Çok duygusal olduğum için bana bağırmasına bile tahammülüm yok ama tabi ki o da doğru bildiği babalığı uygulamaya çalışıyor...Annemin evinde ise herşey son derece açık, annemin kendi dünyasında bir hayatı var, zaten çoğu zaman ikinci eşi ile Mersin'deki evde kaldığı için, biz anneannemle birlikte Ankara'da oturuyoruz....
O zamanlar çok samimi arkadaşlarım var...Belki de aradığım şefkati arkadaşlarımda ve evdeki hayvanlarda arıyorum.Arkadaşlarım ve onların anneleri ve babaları hep bana karşı çok iyilerdi. Birileri beni evlerine davet edip te, geri eve dönünce, mutlaka odama gider ağlardım, "neden benim de böyle mutlu bir ailem yok, neden hiç biri yanımda değil" diye...Annemle babamın aynı anda yanımda oturup, gülerek yemek yediğimiz bir anı hatırlamak için kendimi zorladığım o kadar çok zaman oldu ki...
Tam 35 sene anne ve babamın ayrılmasını hep dert ettim, hep kendimi herkesten farklı gördüm...Hep babamı haklı, annemi haksız gördüm...Üniversite hayatım, evililiğim, çalıştığım işler, herşeyim yolunda gitse de, kimseyle bu acımı paylaşmadan 35 sene boyunca bu içsel mutsuzluğumu hep sırtımda yük olarak taşıdım.
Sene 2004...Birgün sevgili arkadaşım Fulya dedi ki: "Ece, sen seversin, çok iyi bir astrologa gittim, mutlaka senin de gitmen lazım..." O kadar heveslendirdi ki, sonunda randevu aldım ve gittim...Hani bazı insanlar vardır hayatınızda...Kısa bir süreliğine sizin hayatınıza dahil olurlar ama hayat boyu unutamazsınız, astrolog Sevda hanım hayatımdaki, işte o insanlardan birisi...
Randevu günü ona gittim, Cinnah caddesinde çok güzel bir çatı katında oturuyor ve bir sürü kedisi var....Odaya girdik, yıldız haritamı çizmiş, başladı beni anlatmaya, 2 gün boyunca kadın beni çalışmış!!!...Bir sürü şey konuştuktan sonra, anne baba hanesine gelince bana babamın hayatta olup olmadığını sordu...Ben de biraz şaşırarak: "Evet, hayatta." dedim... "Kusura bakmayın...O zaman babanız sizden hep uzakta olmuş olmalı, çünkü burada, hanenizde, babanızı yanınızda görmüyorum "dedi. Sonrasında, sohbetimizin nasıl geliştiğini pek hatırlamıyorum, Sevda hanımı çok samimi bulduğum için midir, o an çok duygusallaştığım için midir, bilemiyorum, kendimi terapi seansında gibi buldum, hem ağlayarak, hem deşarj olarak, annemin ve babamın 7 yaşımdan beri ayrı olduğunu, o zamana kadar yaşadığım mutsuzluğu, babamın nasıl benimle aynı evde olmasını hep hayal ettiğimi, kimseye anlatmadığım iç acımı ilk defa tanıştığım Sevda hanıma anlatıverdim...Sevda hanım arkasına yaslandı ve bir süre beni seyretti.Sonra hafiçe bana doğru eğildi ve dedi ki:
Ece hanım, şimdi beni iyi dinleyin....Siz bu kapıdan girdiğinizde ben size herşeyden önce bir karakter tahlili yaptım değil mi? Sizi nasıl tarif ettim? Kavrama yeteneği çok yüksek, o yüzden becerikli, içten, iyimser, pratik, özgüveni tamamen oturmuş, olgun, hayatttan ne istediğini bilen, hayatı hazmetmiş, bu sebeple huzurlu ve mutlu, kendi ile barışık, vs...Fark ettiyseniz, çok olumlu ve huzurlu bir karakter çizdim...Ama en büyük özelliğiniz bağımsızlığınız...Eğer benim şu anda yıldız haritanızda gördüğüm babayla büyüseydiniz, çocukluk ve gençlik yıllarınızda, kişiliğinizden dolayı gelen özgürlüğünüz, ve bağımsızlık sevdası, doğrusunu yapmaya çalışan, disiplinli ve kurallı ve katı baba tarafından mutlaka kısıtlanacaktı ve yaşam çerçeveniz herhangi bir şekilde kısıtlandığı zaman da, içsel bir biçimde alt üst olacaktınız...
Biliyor musunuz? Tasvip etmeseniz de annenize çok benziyorsunuz ama annenizin gençliğinde olduğu gibi sizi kısıtlayan birileri olmadığı için, kendi kendinizi yetiştirip hep doğru yolu bulmuşsunuz...Bilmediğiniz herşeyi kendiniz araştırıp, keşfetmişsiniz...Anneniz sizi yalnız bırakarak, belki de farkında olmadan hayata hazırlamış...Bence, eğer benim hanede gördüğüm anne ve baba birlikte olsalardı, hep kısıtlamalar, mutsuzluklar, tartışma ve kavga dolayısı ile bambaşka bir Ece büyüyecekti ve siz bu kapıdan girdiğinizde ben size bambaşka bir Ece tahlili sıralayacaktım...Özgüveni olmayan, hayattan ne istediğini bir türlü bilemeyen, kaçış arayan, mutsuz bir Ece anlatacaktım ve belki de sizle şu an bu mutsuz ve hayattan ne istediğini anlayamamış Ece'ye çözümler bulmak için konuşuyor olacaktık.. Mükemmel bir insansınız ve bunu anne ve babanız hep yanınızda olmadığı için hayata çok erken, yalnız başınıza başlamış olmaya borçlusunuz."
Sevda hanımın evinden çıktım..Duygularım altüst olmuştu, şaşkınlık içindeydim. Çok komik...35 sene birşeye inanıyorsunuz ve birisi çok basit bir şekilde olaya ne kadar farklı baktığınızı size yarım saatte anlatıveriyor!!! Hiç unutmuyorum, Cinnah caddesinde kaldırıma oturdum, bir süre kimse bana dokunmasın istedim...Kendime hayret ettim, neden hiç bu açıdan düşünmemiştim? Sevda hanımın her dediği kelimesi kelimesine doğruydu...Neden herşey için annemi suçlamıştım, tek kusurları hiç birbirlerine uymamalarına rağmen aşık olup evlenmeleri ve hemen çocuk sahibi olmaları idi.40 yaşımda Sevda hanıma gitmem, hayatımın dönüm noktalarından birisidir.
Yaklaşık 6 senedir, annem ve babamla ilişkilerim çok daha farklı, ayrılmaları ile en ufak bir üzüntü duymuyorum, çünkü onların sayesinde bu yazıları yazabilecek kadar kendi ile barışık, özgüveni olan, atılımcı, hayattan ne istediğini bilen, huzurlu ve mutlu bir Ece olarak karşınızda duruyorum.
"Seni seviyorum" cümlesini zaten çok kullanırım. Karşımdakinin yanıt vermesi veya vermemesi çok önemli değil. Sacha Guitry'yi okuyunca sebebini anladım.
Sacha Guitry'e sormuşlar:
"Dünyada en güzel şey nedir?"
"Sevmek.."
"Peki ondan sonra?..."
"Sevilmek..,"
"Neden sevmek, sevilmekten daha güzel?...."
"İnsan sevdiğine, sevildiğinden daha çok emindir de ondan."
Sizi seviyorum, dostlarım....