17.06.2011

Benim Babam...

Bir çocuğun babası ile olan ilişkisinin kalitesi, o insanın çevresine karşı göstereceği tepkiyi belirleyen en önemli etkendir. – John Nicholson


Hatırlamaya çalışıyorum,
Hafızamı çok zorluyorum ama olmuyor babamı bir türlü bizim evde hatırlayamıyorum…Nasıl işten gelirdi, acaba bana seslenir miydi?  “Kızım…ben geldim…” Evde ne giyerdi? O zaman Aşağı ayrancı Yazanlar sokaktayız…Evi biraz hatırlıyorum, bahçeyi, apartmandaki merdiveni…ama babam…yok, bir türlü, herhangi bir kare bile hayalime gelmiyor..Çok üzülüyorum…

Ona ait en eski hatırladığım,
Çocukluğuma ait en çok sevdiğim…
Ve sevindiğim zamanlar….

Onun bekar evindeyiz…. (Demek ki annemle boşandıktan sonra, gittiği Belçika’dan dönmüş ve Küçükesat İncesu’daki o hatırladığım evi tutmuş!) Babam ve ben varız sadece…O günler babam sadece benim…Gözlerimin içine dikkatle ve sevgiyle bakardı…O günlerde babam beni hiç susturamazdı, söylediklerimi eleştirmez, beni gerçekten dinlediğini ve anladığını bilirdim… 8-9 yaşın saflığı ile,duygularımı hiç çekinmeden anlatırdım… Sonra…çoook uzun zaman, yaklaşık 30 sene bunu bir daha yapamadım, onunla duygularımı paylaşamadım…

Çok güzel oyunları vardı….Ahh, bir türlü tam hatırlayamıyorum ki..Halbuki, bir hatırlasam, benim için dünyanın en değerli anıları olacaklar…Galiba “ne iş yapıyorsun?” oyunu oynardık… Babamın arkasına geçerdim, başlardım dişimi fırçalamaya ya da başlardım saçımı taramaya…O sorular sorarak, benim verdiğim cevaplardan,  ne yaptığımı tahmin etmeye çalışırdı…Hep, katılarak güldüğümü hatırlıyorum, o kadar komik işler söylerdi ki…Şimdi anlıyorum, beni oyalamak için ne kadar uğraştığını, beni eğlendirmek için ne kadar yaratıcı olmaya çalıştığını… 

O zamanlar Tunalı, Buğday sokaktaki Neşe İlkokulu’na gidiyorum..Babam da tam karşıdaki Su-Yapı’nın kurucu mühendislerinden.… Bir de Kebap 49 ve Rıhtım restoran anılarım var… Okuldan azıcık aşağı inince, Buğday sokağın Tunalı’ya çıktığı yerde Kebap 49 var..Her yeri camla çevrili…Hiç değişmeyen menüm, kıymalı pide….Babam hala söyler “Sorardım sana, ne yiyeceksin yavrum? Her zaman tek cevabın vardı.” “Kıymalı pide babacığım.”

Su-Yapının altında da Rıhtım Restoran var…Rıhtım’ın, her yemek öncesi masaya getirilen, özel tırtıklı bıçakla sıvazlanıp, şık cam kaseye konmuş tereyağları ve sıcacık ekmeğini o kadar net hatırlıyorum ki… Babam ve ben, başbaşa olduğumuz için bu iki yer benim için hep çok özel yerler oldu …

Sonra….sonrasında, yalnız bir adam ne yapar Ankara’da?…O da çok haklı olarak arkadaşlarının uygun gördüğü ve sonradan çok güzel anlaştıkları “Asuman Abla” ile evlendi… 9 yaşlarında babasına hayran bir kız…Büyüdükçe yaşamını sürdürmek zorunda olduğu anne evinde, hep reddettiği bir yaşam tarzını yaşamak zorunda, baba evinde, babasını paylaştığını düşündüğü yepyeni bir kadın, bir üvey kardeş,ardından bir kardeş daha…..

12 yaşımla, 45 yaş arası,  hep içimde babamla mücadele eden yeni bir Ece oldu, o Ece gerçekten ben miydim bilmiyorum, bildiğim, bekar evinde, babasıyla kahkaha krizleri geçiren Ece yerine, duygularını ifade edemeyen, ifade edememenin sıkıntısıyla kin ve içten içe depresyonlar yaşayan yeni bir Ece’nin oluştuğu… Babam öyle güçlü ve sağlam ki, hem karakteri dolayısıyla hem de benim babam olması sebebiyle, hayatımı yaşarken, düşmeme, yanlışlar yapmama asla tahammül etmedi…

Maalesef, onun bana ısrarla öğretmeye çalıştıklarını, kendim o yanlışları yapmadan öğrenmedim… Yapılan bu yanlışlar, hayatımdaki en değerli varlığı, babamı kısa bir zaman içinde olsa, kaybetmeme sebep oldu… Ama şimdi geriye dönüp baktığımda, babamla küskünlüğümün sonunda ondan duyduğum birkaç cümle, hayatımda duyduğum en güzel, en muhteşem cümlelerdi… Aramızdaki ilişki açısından çok kötü geçen birkaç zaman sonra, onun hayatında, benim yerimi ifade eden o kısa ve öz açıklama, babamın sesi, vurgulaması dahil hala kulaklarımda…Artık, ölsem de gam yemem derler ya, aynen şimdi öyle hissediyorum…

Ne tuhaf… 45 sene yaşıyorsunuz, büyüyorsunuz, okuyorsunuz, evleniyorsunuz, çocuk sahibi oluyorsunuz, günde 16 saat çalışıyorsunuz ama bütün bunları buruklukla yaptığınızı fark ediyorsunuz ve 45 sene boyunca beklediğiniz, o 1-2 cümleyi duyunca, bütün yaşadıklarınız siliniyor ve yeniden revize olup, mutluluk içinde, hayata tekrar yeni bir sayfa açıyorsunuz..

Babam hedeflerine kitlenen ve asla sizi yanıltmayan birisi..
Mersin’in Gözne köyünden…11 kardeşli bir ailenin ferdi..Parasızlık dolayısı ile defalarca evlatlık verilmiş ama her seferinde kaçarak eve geri dönmüş…Orta1’in sonunda abisinin desteği ile minik bir manav dükkanı açıyor..Bir gün İngiliz asıllı bir türk  manava giriyor ve babamın ona söylediği İngilizce cevaplar çok hoşuna gidiyor…. “Bana çay ısmarlar mısın?” deyip dükkanda babamla biraz oturuyor… İngiliz William Rickards, bu küçük esmer çocuğun, köy ilkokulu’nda öğrendiği İngilizcesiyle bile olsa, onunla konuşmasından çok etkileniyor ve “bana hergün çay ısmarlarsan, ben de sana daha çok kelime öğretirim.”diye bir teklifte bulunuyor..Gerçekten de William hergün babamın yanına gelip çay içiyor ve ona İngilizce öğretmeye başlıyor…

 O zaman babam Mersin ticaret lisesi’nde..Mersin lisesi’ne geçince William evde İngilizce ders vermeyi teklif ediyor babama… Böylece  William’ın evinde İngilizce dersler başlıyor.Sonuçta babam liseyi çok iyi bir dereceyle bitiriyor… William son İngilizce dersinde, bir öneride bulunuyor.“Biliyor musun, Ankara’da mühendis ve bilim adamı yetiştiren yeni bir üniversite var, İngilizce eğitim veriyor.İsmi ODTÜ. Oraya başvurmanı ve imtihanına girmeni istiyorum.” Yıl 1958, ODTÜ 1956’da açılmış,  daha henüz barakalarda ders yapıyorlar.Babam William’dan aldığı 50 lira ve Abdullah ağabeyinden aldığı 50 lira ile, toplam 100 lirayla ODTü’nün imtihanına geliyor ve bir gece Ankara’da kalıp dönüyor…İmtihanı çok iyi derece ile kazanınca,  William babama yeni bir öneride bulunuyor...“Sen Ankara’ya gidip ODTÜ’ye başlayacaksın, “artık ihtiyacım yok” diyene kadar,  sana, ben, her ay 50 lira, annem de 50 lira  göndereceğiz.” Böylece babam, yine kardeşinden aldığı 50 lirayı da katarsak 150 lira ile Ankara’ya gelip ODTÜ’ye, İnşaat Mühendisliği’ne kaydını yaptırıyor… 3-5 ay sonra babam başvurduğu DSİ bursunu kazanıyor ve o parayla hem Ankara’da kalıp, hem ODTÜ’de okuyor… Yazın staj yapıyor, kışın okulun içinde çalışıyor….Okulunu çok iyi bir derece ile bitiriyor...Parasızlık dolayısı ile maydanoz satarken tanıştığı bir adam sayesinde önüne çıkan fırsatları çok güzel değerlendirip, okullarını bitirebilmesi için her imkanı kullanıyor…

Sonrasında, ülkemizin DSİ gibi en önemli kurumlarında, Su-Yapı gibi, Nurol gibi tanınmış büyük şirketlerinde, mühendis olarak, barajlarda, İskenderun Demir Çelik fabrikası’nda, Hyundai otomobil fabrikasında imzası olan değerli bir mühendis profli çizmesini başarıyor. Benim için, kendi istikbalini yoktan var etmenin en güzel örneğidir babam…

Yıl:1990…26 yaşımdayım..
Hilton Oteli’nde resepsiyonda çalışıyorum..Banu çok yakın arkadaşım o zamanlar..Biz iki genç kafadar, çeviri yaparak ekstra para kazanmaya karar veriyoruz…Bu haber çabuk duyuluyor ve otelde kalan bir müşteriden Savunma Bakanlığı’na sunulacak bir “kokpit simülasyonu”dosyasının İngilizceden Türkçeye çeviri işini alıyoruz… Aman Allahım, her gece iş çıkışı, önümüzde 5-10 teknik çeviri kitabı, deli gibi çeviri yapıyoruz…Çok kalın bir teklif…Çevir, çevir bitmiyor…Son haftasonumuz.. Biliyoruz ki, önümüzdeki hafta içi , bizden teslim alınacak ve sunum yapılacak… Galiba son 100 sayfa kalınca ben pes ettim.. Banu’nun da son 2-3 gün içinde bu 100 sayfayı çevirmesine imkan yok, çünkü normalde rekorumuz günde 10 sayfa!!!

Gece saat 9 civarı.. Hilton’dan ani bir kararla babamı aradım..”Babacığım, senden bir ricam olacak..Biz böyle böyle böyle bir işe giriştik, artık parasında da değiliz ama bitirmemiz şart, adamlar Savunma Bakanlığı’nda, haftaya bu çeviri ile sunum yapacaklar….” Babamın tek sorduğu şu oldu “Orada faks makinen var mı?” “Evet?” “ İyi o halde..Bana kalan bütün sayfaları faksla…”

Banu’yla bir heves hemen kalan 100 sayfayı babama gönderiyoruz….Heyecan içinde beklemeye başlıyoruz…Gün ağarırken, arka taraftaki faks makinesi aniden çalışmaya başlıyor…Bir bakıyorum çeviri geliyor….Hala, üstünden seneler geçmesine rağmen babamın, o kadar kısacık bir zamanda, 100 sayfa çeviriyi yaptığına ve bize sabaha kadar gönderdiğine inanamıyorum… Teşekkür etmek için aradığımda babam beni uyarıyor… “Lütfen hayatınızda planlı, programlı çalışmayı öğrenin, gözlerim kan çanağı oldu vallahi.” Okuduğumuz kolejler, verilen onca ders paraları, yurtdışı okulları…Babama bakınca bunların bazen ne kadar boş olduğunu görüyorum…Kendini yetiştirmeyi bilen kişi, her koşulda diğerlerinden iyi olmasını biliyor..

Yıl: 1990. Adapazarı Depremi…
Nurol şirketi’nden istifa ettikten sonra, babamlar, Ankara’dan, “Asuman Abla”nın memleketi Adapazarı’na taşınıyorlar…Müteahhitlik yapmaya başlıyor…Yıllarca çok sıkı çalışarak, kendi oturduğu apartman dahil, Adapazarı’nda bir sürü projeye imza atıyor…

O hafızalarımızdan silinmeyen gece, biz Ankara’dayız ve depremi hafifte olsa yaşıyoruz ve hepimiz sabaha kadar uyumuyoruz…Henüz depremin esas yerini öğrenemiyoruz… O sabah, kayınpederim de önemli bir ameliyat olacak, o yüzden erkenden ailece hastanede, kayınpederimin odasındayız…En nihayet, elektrikler geliyor, telefonlar açılıyor ve televizyondan ilk önemli haberleri almaya başlıyoruz…Nasıl yani? Adapazarı mı dedi spiker? Yaşadığım o ani soğuk teri herhalde hiçbir zaman unutamam…Spiker orada anlatıyor, “durum vahim, henüz Adapazarı’na ulaşılamadı bile” gibi birşeyler duyuyorum sadece…Babam orada…Allahım’a devamlı yalvarıyorum..”Ne olur bir şey olmasın ona” diye… O gece yarısına kadar haber alamıyoruz..Gece yarısı telefonum çalıyor ve telefonda babam….Gözyaşlarımı tutamıyorum onu dinlerken… “Birşeyimiz yok kızım, biz iyiyiz, evin önündeki caddeye yatak yapıldı, orada yatıyoruz, fena mı, ilk defa Asuman’la elele uzandık, gök yüzünde yıldızları seyrediyoruz.”…. “Yıldızları mı seyrediyorsunuz?!!!”

Şimdi anlıyorum ki, olaylara başkaları gibi negatif bakmamamı, her zaman pozitif bir çıkar yol bulmamı babamdan almışım.Sonradan bana anlatıyorlar, deprem olduktan sonra herkes don gömlek apartmanı terk ediyor…Kapının önünde bir bakıyorlar sadece Mithat Bey, babam yok…Bağırıyorlar can havliyle.”Mithat Bey, neredesiniz? Çıksanıza?...” En nihayet babam temele bir hayli göçmüş apartmandan, giyinik bir şekilde çıkıyor.. “Ne var? Niye bağırıyorsunuz? Zaten deprem oldu, bitti, neden böyle don paça fırladınız, giyindim, cüzdanımı ve önemli evraklarımı buldum, çıktım işte.”
Babamla gurur duyuyorum…Olaylar karşısında sakinliğimi ve panik yaşamadan yapılması gerekenleri yapmayı da babamdan  kapmışım demek ki, ne mutlu bana…

Birkaç defa hayatına maddi anlamda tekrar başlaması gerekiyor babamın… Hep çalışarak okuduğu ODTÜ’den mezun olur olmaz, annemle, binbir zorluklarla kurduğu hayatını, birgün kapıyı çekip terk edip, bırakıp gidiyor, bir tek eşya almadan… 25 sene sonra, bu sefer de deprem dolayısı ile herşeyini kaybediyor..Yine yılmıyor, bir saat içinde kaybettiklerini bir sene içinde tekrar yapılandırıp, hayatına Sapanca Kırkpınar’da yeniden başlayabiliyor…
Babamla, onun çabaları ve yaptıklarıyla gurur duyuyorum..

Hep kötü olaylar, başkalarından dinlenir de kendi başımıza gelmezmiş gibi hissederiz ya… Kanserden bahsedilince de öyle olmaz mı?….
Babam telefonda tahliller ve tetkikler yaptırdığını ve akciğer kanseri olduğunu söyleyince de bir türlü inanamamıştım…Sanki o an ben ve babam telefonda konuşmuyorduk ta başkasının hikayesini uzaktan seyrediyorum… Evet…Hayatında sigara içmemiş, sakin, pozitif, doğal yaşamayı seven babam akciğer kanseri olmuştu…Biz çevresindekiler panik oldukça o normal hayatına devam ediyordu…Bir keresinde telefonda bana şöyle dedi.. “ Kızım, neden beni bu kadar çok beni arıyorsun? Grip olduğumda da, beni bu kadar merak ediyor musunuz? Bu da bir hastalık, grip kadar normal…Aynen gripte olduğu gibi doktor ne öneriyorsa onları yapıyorum ve normal prosedür bittiğinde iyileşeceğim..” Gerçekten de kanseri yenme sürecinde, babamın hayatında normalin dışında hiçbir farklılık olamdı, kemoterapi gördüğü dönemde saçları bile dökülmedi… Canım babacığım, sadece, İstanbul’da Amerikan Hastanesi’nde, ameliyat sonrası yoğun bakım odasına girdiğimde, ilk ve son defa babamı biraz çökmüş olarak gördüm…Orada bile bizi nasıl da neşeyle karşıladı…
Kanser denen korkunç hastalığı bile alt eden babamla gurur duyuyorum.

Babamla sohbet etmek bir ayrıcalık…Herkesle sohbet ederken, herşey normaldir, bir siz fikrinizi söylersiniz, bir karşıdaki… Ama babam  sohbete başlayınca, herşey faklılaşır, fikir falan kalmaz, hayretle olayın bu yönlerini nasıl görmediğinizi düşünür ve hayranlıkla onun vurgulu, gereğinde esprili, öğüt veren, adeta kitap okurcasına süslü cümlelerini dinlemeye başlarsınız.. Ondan hiç umut etmediğiniz konularda bile, sizden çok bilgisi olduğunu görünce şaşarsınız…
Babama teşekkür borçluyum…Benim aklı başında olmama, duygusal değil duygulu olmama, zayıf ve çabuk pes eden biri olmamama, olayları çabuk toparlayan ve iş bitirici olmama hep yardımcı olduğu için…Acıyla, kederle, elemle hayatı kendimize zehir etmemeyi öğrettiği için…Çalışkanlığı ile herkese örnek olduğu için…

Benim babama karşı duyduğum derin sevgi, onun hatalarını görmememe sebep olmuş olabilir. Bana göre o mükemmel bir insan…Hayata bakış açısı, benim yaşantımda olumlu ve sonsuza dek sürecek bir ayrıcalık meydana getirmiştir… Babam canlı, çalışkan, dinç, kuvvetli, devamlı yaşam gücü dolu ve süreklidir. Şimdi, bu yaşımda, çocuğum olduğu için, benim başarılı, mutlu , dengeli ve sevinçli olmamı babamın, neden bu kadar çok istediğini  (ancak) anlayabiliyorum.

Benim babam olduğun için sana teşekkür etmek istiyorum, tanıdığım en büyük ve değerli adam sensin ve seni her zaman çok seviyorum…

Çocuklarımıza nasihatlerimizi veya mallarımızı miras bırakamasak da olur, ama sözü edilmeyen hazineyi, yani insanlığı ve anne babalık örneği,  onlara bırakacağımız en güzel mirastır. Tüm varlığımla, babamdan aldığım örnekle, ben de, oğluma bu mirası bırakmaya çabalıyorum…

Mithat Aymer'in kızı,

31.01.2011

Ne Mutlu ki, 46 yaşındayım ve bir Kadınım!!!!


Çok kötü hasta oldum...Keçi gribi mi neymiş!!!Tam 12 gün sürdü...Sizlerden çok özür dilerim, pazar günü kendimi dinlenmeye verdim ve çok istememe rağmen pazar yazımı yazamadım...Daha doğrusu biraz başlamıştım ama bitiremedim...

Bu sabah "internet posta"larıma bakarken, üniversite arkadaşım sevgili Gülay'dan bir "posta" geldiğini gördüm...Her satırında beni gülümseten bir posta.. Hem güldüren, hem "Aman allahım, doğru Vallahi!!! Yakında galiba ben de böyle düşünmeye başlayacağım" diye uzun uzun düşündüren bir posta...

Nasıl olsa yarım kalan öbür yazımı her zaman sizinle paylaşabilirim...Hem zaten diğer 3 yazımda sizi çok ağlattığım için, galiba biraz pişmanlık duyuyorum!!!Biraz da gülelim ama değil mi?

Eeeeee yaş 46 olunca, 50'ye 4 kala demek biz orta yaş kadınları, galiba, artık, bu gibi yazıları okumaktan keyif alır olmaya başlayacağız.

Eh, ne diyeyim...Tüm 45-55 yaş arkadaşlarıma, dostlarıma armağan olsun....


Arsız kadının tekiyim…
Makyajsız sokağa çıkmamak,
Saçlarımı her zaman bakımlı tutmak,
Ahım gitmiş vahım kalmışken bile kendimi kadın gibi hissetmek istiyorum.
Tırnaklarımda her zaman oje, dudaklarımda rujum,
En şişko halimde bile olmazsa olmaz, dar kotum...

Arkadaşlarımla komşuculuk oynamak istiyorum.
Kahkaham yeri göğü inletsin, ağzımın kenarındaki çizgiler artık gülmekten ve konuşmaktan iyice belirginleşmişken bile mimikleri abartılı, eli kolu hiç durmayan bir kadın olmak istiyorum.
Mitinglere elimde bastonum, kolumda torunumla katılmak,
Eşin dostun yardımıyla pankart açmak,
Yağmur altında, bacak ağrılarımdan kıvranarak konser izlemek istiyorum.
Kar yağınca torunlarımı çağırıp, düşüp kalçamı kırmadan karla oynaşabilmek
“Koşun kar getirin, kartopu atalım evi batıralım, sonra temizlersiniz!” demek istiyorum.

En yakın arkadaşımın aldığı güzelim dut ağacımın altında,
Dizlerimizde kareli battaniyelerimiz,
DVD çalarımızda U2,
Elimizde en sevdiğimiz ve bir türlü vakit bulup okuyamadığımız kitaplar,
Sehpamızda rakı, meze ve balıklar,
Gözlerimizde burnumuzun ucuna düşmüş kırmızı kemik gözlüklerimizle,
İki sayfa okuyup kıkırdayarak dedikodu yapmak,
Hayatı kutlamak,
Erkekleri çekiştirmek,
Yakalanınca da kızaran yanaklarımızdan makas alınmasını istiyorum.

Camları kalınlaşmış gözlüklerimle, hala kendi arabamı kullanmak, hatalı sollama yapan yaramazlara camı açıp el kol hareketleriyle kızmak istiyorum.

Torunlarımın aşk hikayelerini dinlerken, onlara acayip fikirler vermek istiyorum.
Onların en afacan sırdaşı ben olayım istiyorum.
Kendi yaramazlıklarımı anlatıp anlatıp “Siz de yapın çok eğlenceli, anne babanız kızarsa bana yollayın!” diyerek onları şımartmak istiyorum.

O yaşımda erik ağacının tepesine çıkıp erik toplamak istiyorum!
Çağlayı tuza banıp yemekten dilim her bahar yara olsun istiyorum!
Arkadaşlarıma en olmadık şakaları yapıp, çocuklarımı utandırmak istiyorum.
Ellerim titrediğinden klavyede rahatça yazabilmek için, "Apple"a mektup yazıp her bir klavye tuşunu kafam kadar yapmalarını talep eden, ilk kadın olmak istiyorum.

Gece vakti dalgalı denize girip boğulacak olduğum için zar zor kurtarılıp kocamdan azar işitmek,
Gecenin köründe uyanıp “Uykum kaçtı, midemde gaz var kalk yürüyüşe gidelim!” deyip uykusunu böldüğüm için, yine kocam tarafından şap şup öpülmek istiyorum.

En pörsük halimde bile sevgilimin, bana baktığında,
kendimi her halimde güzel hissettiren o afacan aşık gülüşünü görmek,
Anında, yaramazca, gözlerim dolu dolu bir cevap vermek istiyorum.

En geç yaşımda, bugünkü kadar aşık olmaya devam etmek istiyorum.
Büyüyünce ben,
Hala küçücük bir çocuk gibi,
İçimden geldiği gibi yaşamak istiyorum.

Bir kadın

23.01.2011

Oğlumun ismi Can!!!


Benim kızım yok...Hamile kalmaya kız çocuk sevdası ile karar verdim...Kendi kararımızla evlendikten 3 sene sonra hamile kaldım...Kız evlat çok istememe rağmen, ilk günden içime doğan erkek bir evladımız olacağı idi ama kalbim bir yandan "ne olur kız olsun" diyordu...O kadar çok kız olmasını istiyordum ki...

Hamile kaldığımı öğrendiğim günden Can'ın doğumuna kadar yazdığım bir günlüğüm var...
Ahhhh!!!, şimdi bir yandan o günlüğü karıştırıyorum...
Gözlerimi silmem lazım, yaşlardan defteri göremez oldum...
Ne iyi etmişim de günlük tutmuşum...
Ağladığıma bakmayın, aslında her elime aldığımda büyük bir keyifle okuyorum.Ara ara Hakan'da yazmış...Aaaaa, kayınpederime, arkadaşlarıma da duygularını yazdırmışım!!! Unutmuştum....

23.03.97
İki gün evvel 5 aylık kontrolüne gittik. Hala kız mısın yoksa erkek misin öğrenemedik. Hiç bacaklarını açmadığın için cinsiyetin belirlenemiyor. Büyük ihtimalle "erkek" dedi doktor Melih. Melih bugün arkadaşı doktor Cüneyt beyi çağırdı. 10 dakika karnımda dolaştılar, bacaklarını açasın diye sağdan soldan hafif vurdular...Yok, olmadı...
Seni çok merak ediyoruz...Kız olmanı çok istiyorum ama biliyorum ki benim küçük bir erkeğim olacak ve Hakan'ın birebir kopyası olacakmışsın gibi geliyor.İsim konusunda anlaşma sağlayamadık. Ben "Can" seviyorum.
Biliyor musun, artık seni hissediyorum. Yaklaşık 20 gündür karnımda bir harekettir gidiyor. Ama bu kadar çabuk hissetmemin sebebi kitaplar. Ne olacağını bildiğim için zaten bekliyordum. Güliz diyor ki, karnıma çeşitli yerlerden vurup seninle haberleşmeye başlamalıymışım. Bugün biraz denedim. Acaba tesadüf mü? Aynı yerden içerden karşılık geldi!!


26.04.97
Sonunda bugün senin erkek olduğunu öğrendik. Seni şimdi gözümde daha iyi canlandırabileceğim. Bayağı uzun ultrasonda kaldım.Yattığım yerden hiç bir şey gözükmediği için baban tüm bilgileri bana sesli olarak aktardı. Hatta el ve ayak parmaklarını bile saydı, çok güldük. Bir ara elini yumruk yapmışsın, Hakan " Galiba boksör olacak." dedi. Yine bir ara elini yanağına koymuşsun, düşünür gibi. Hakan "İşte aynı senin gibi, annesinin tıpkısı bir duruş duruyor "dedi.
Oğlan olacağını öğrenince çok farklı bir duyguyla eve döndük...Sanki daha evvelinde hamile olmam pek inandırıcı değildi de, o an ciddiyetini anlamışız gibi.Hastane çıkışı isminin Can olmasına karar verdik...


Akşam Mersin'den annemi aradık...Erkek olduğunun kesinleştiğini ve ismini Can koyduğumuzu söyledim...Annem önce çok sevindi sonra " Can mı dedin? Dur bakayım" dedi ve sesi kesildi, baktım hafiften ağlıyor... "Anne, ne oldu söylesene" diye ısrar edince... "Sana birşey anlatacağım..dedi...

Annemin daha sonra anlattıklarını sizlere aktarmadan önce,1988 yılına dönmemiz lazım!!!

Yıl 1988
Anneannem, hayattaki en sevdiğim insan, şeker hastası, kalp yetmezliği var ve bu şekildeyken Mersin'deki evde ters bir hareket yapınca, odasında düştü ve kalçası kırıldı...Kaldıramadık bile...Ancak ambulans geldi, sedyeyle hastaneye taşıyabildiler...Ameliyata girdi, kalçasına protez takıldı, ameliyat sonrası 2 gün çok zor geçti...48 saat hiç uyumadan başında bekledim, onun iyileşmesi için aralıksız dua ettim, yalvardım....Doktor, herhalde bana "Anneanneniz, biraz birşeyler yemeye başlarsa, iyileştiğini anlarız" dedi ki, devamlı birşeyler yedirmeye çalıştığımı hatırlıyorum ama nafile...
3.gün sabah 6.00 civarı...Annem geldi evden...
-Ece, bak böyle olmaz, eve git, biraz dinlen, sonra yine gel, söz ben hiç başından ayrılmayacağım, olmaz ki ama 2 gündür burada böyle duruyorsun...

Anneanneme son defa "birşeyler yer misin, anneanneciğim?" dedim,ama uyukluyordu.... Ona baktım ve eve gidip biraz dinlenip dönmeye karar verdim ve çıktım...

Mersin'de ev hastaneye çok yakın, hemen taksiyle eve vardım...Banyoya girip yüzümü yıkadığımı ve üzerimi değiştirip geceliğimi giydiğimi hatırlıyorum...

Telefon çaldı...

Biliyordum....Ağlamaya başladım....Telefonu açtım...

Anneannemin doktoru....
-Ece Hanım, anneniz çok üzgün, o yüzden ben aradım, maalesef yarım saat evvel anneannenizi kaybettik...

O an hayatıma dair mutluluk sayfalarından birisi kapandı....


Sizleri tekrar 26.04.97 akşamına döndüreyim..Hani erkek evladımız olacağını öğrendiğimiz günün gecesine....
Anneannemi kaybetmemin üzerinden 9 sene geçmiş.
Bu arada şöyle önemli bir noktayı size söylemem lazım...Bizim hayatımızda yani annemin, anneannemin ve benim hayatımda hiç Can diye ortak bir tanıdığımız, hatta hiç tanıdığımız biri olmadı.

Anneme akşam telefonda "erkek geliyor, ismini de Can koyacağız" diyorum ve annem ağlamaya başlıyor...
Israr edince annem aşağıdaki olayı anlatıyor:

"Hani anneannenin öldüğü sabahı hatırlıyor musun? Sen 2 gün boyunca uyumadığın için sabah geldim, sana kızdım, "hadi eve git biraz dinlen" dedim. Sen de anneanneni öptün, hırkanı aldın, ve çıktın...

Çıkarken kapı biraz sert kapandı ve kapının sesinden anneannen uyandı, gözlerini halsiz bir şekilde araladı, yattığı yerden kapıyı göremediği için hafif doğrulup sağa doğru kaykıldı ve kapıya bakıp:
- Can mı geldi, Sevinç? ( Gözlerini açınca, annemi görüyor ve ona soruyor)
- Hangi Can, anne? (Hatırlatıyorum, hiç Can diye bir tanıdığımız yok)
- Haa, ben Can geldi de, kapıyı kapattı zannettim.
- Yok, anne Can falan gelmedi.

Dışarı çıktım, koridorda kahve aranıp, anneannenin Can diyerek kimi kastetiğini düşündüm...Odaya döndüğümde doktor anneannenin başındaydı ve anneanneni kaybettiğimizi anladım...Son sözü "Can mı geldi, Sevinç?" oldu..Bilmeni istedim."


Anneme ne diyeceğimi bilemedim...O anki duygularımı pek hatırlamıyorum ama şu an hissettiğim....Can çok çok özel...Çünkü hiç birbirlerini tanımasalar da biliyorum ki anneannemle Can arasında özel bir bağ var ve bu beni müthiş mutlu edip, huzura erdiriyor....Görüyorsunuz değil mi, hayatta hiç birşey tesadüf değildir!!



Oğlumdan bahsetmişken, sizlere bir kitap önermek istiyorum.
Emre Kongar-Kızlarıma Mektuplar...

Oğlumuz olmasına rağmen, Can 7-8 yaşlarındayken Hakan bu kitabı okuyalım diye
almış...Her anne babanın okuması gereken kitaplardan birisi...Her bölümünde hayata dair, gençlerin yaptıkları, ebeveynlerin yaptıkları, hataları, mutlulukları, birbirlerine özlemlerini kızları uzakta olduğu için, onlara yazdığı mektuplarla öyle güzel dile getirmiş ki...Her bölümün sonunda da konuyla ilgili, sanki kızlarına yazarmış gibi, anafikri toparlayarak çok değerli öğütler veriyor, her bölüm ayrı bir hayat dersi gibi...Nefis bir başucu kitabı...Beni etkileyen her bölümü sarı kalemle çizmişim, neredeyse kitapta yer kalmamış!

Belki de duygusal olduğu için beni en etkileyen bölümü size aktarmak istiyorum...Kitabın tümünü merak ederseniz, buyrun kitapçıya....

" Gençlerin fazla enerjilerini olumlu biçimde kullanmalarını sağlamanın en iyi yollarından biri onları spora ve sanata yöneltmektir.
Anne-babamız bizi sürekli sanata ve spora özendirirlerdi.
Bu olumlu yönlendirmenin ağabeyimin hayatına mal olacağını bilmiyorlardı elbette.

Ağabeyim hepsini denedi.Yüzme, kürek, eskrim, boks ve son olarak dağcılık.
Dağcılık konusunda hem Türkiye'den sertifikaları, hem de Avusturya'dan brövesi vardı.
Manisa dağcılık klübü üyesiydi.
Bir gün Aladağlar'ın Demirkazık Tepesi'ne tırmanırken düştü ve öldü.
İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi son sınıf öğrencisiydi, henüz 21 yaşındaydı.
Onu ölüme, dağcılıkla ilgili üç kuralı birden ihlal etmesi götürmüştü.
Birinci olarak, dağcılık mevsimi dışında bir ayda, Eylül ayında tırmanarak çok önemli bir kuralı bozmuştu.
İkinci olarak, tırmanmaya sadece iki kişi giderek belki mevsim kuralından bile daha önemli bir kurala karşı gelmişti.Çünkü dağcılıkta en az üç kişilik bir grupla tırmanma takımı oluşturulurdu..Üstelik yanındaki adam, ilk kez bir dağa tırmanıyordu, yani tümüyle deneyimsizdi.
Üçüncü olarak, Demirkazık tepesine batı cephesinden tırmanma geleneği yoktu, bu cephenin dağcılar için uygun olmadığı düşünülüyordu.

Ağabeyimin ölümünden sonra babamla birlikte vapurla Köprü'den Kadıköy'e geçiyorduk.
Babam tam anlamıyla yıkılmıştı.
Ben biraz babamla konuşabilmek, onun sıkıntılı havasını dağıtabilmek için anlamsız bir konuda, bana bisiklet alınması konusunda ısrar ediyordum.
Babam ise evimizin bulunduğu Çarşıkapı'da, ana cadde üzerinde oturduğumuzu, mahallenin bisiklet için hiç uygun olmadığını, bu nedenle bisiklete binmenin beni sandığım kadar eğlendirmeyeceğini hem de çok tehlikeli olacağını söylüyordu.
-Babacığım, bırak ta, bunları kendi deneyimlerim ile öğreneyim.
İşte o zaman babam ömrüm boyunca unutmayacağım bir cümle söyledi.

-Oğlum...Zeki insan başkalarının deneyimlerinden yararlanmasını bilen insandır.

Son olarak, biraz da sesi titreyerek ekledi:
-Bak ağabeyin kendisi denemeye kalktı, ne oldu?

Babamın dediği söz çok önemli idi:

Zeki insan başkalarının deneyimlerinden yararlanan insandır.

Sevgili kızlarım, şimdi bizden kilometrelerce uzakta, kendinizi yetiştirmek için çalışıp didinirken kimbilir sizleri ne tehlikeler bekliyor...
Bütün bu acımasız ortamda tek güvenceniz dengeli, akıllı,dürüst kişiliğiniz. Biliyorum ki sizin başınıza gelmeyen olaylardan bile ders çıkarmayı bilecek kadar zekisiniz.
Size güveniyorum."
Emre Kongar-Kızlarıma Mektuplar

16.01.2011

Bakış Açısı



Kişisel gelişim kitaplarımın sayısını bilmiyorum. Evde 2 ayrı kütüphane var.Biri tamamiyle benim boyama dergilerim ve kitaplarım ile dolu...Eşime ait olan kütüphane ise, artık onunkileri ve benimkileri, üstüste yığılı kitapları taşıyamaz oldu. Bir o kadarını da çeşitli vesilelerle dağıttık..."Beni etkileyen, motive eden, hayata karşı bakış açımı ve duruşumu değiştiren tüm sözleri ve hikayeleri bir şekilde toparlamam lazım, bütün bunları sevdiklerimle paylaşmam lazım" diye düşündüm. İnsanlarla sohbet etmeyi, onları konuşturmayı ve karşılığında birşeyler öğrenmeyi çok seviyorum. Sohbeti zenginleştirmenin yolu elbette ki, okuduklarınızı aklınızda tutmaktan geçer. Ama benim gibi çok okuyor, çok insanla muhatap oluyorsanız, bir yandan da günlük sorunlarla boğuşmanız gerekiyorsa zaman zaman aklınızı ve ruhunuzu bir yere odaklayıp, hatırlanması gerekenleri hatırlamakta zorluk çekebilirsiniz. Bu zorluğa isterseniz unutkanlık diyebilirsiniz.!!!!Ahhh, gerçek hayat bazen çok acımasız olabiliyor.
İşte bu blog böyle doğdu.....Burada okuyacağınız hikayeler, bana ait anılar, hep beni çok derinden etkilemiş olanlar. Yaşam enerjimin azaldığını hissettiğimde ruhumu beslediğim cümleler, hikayeler... Bu blogu okurken şunu anlamanızı istiyorum, burada yazacaklarım, mutluluklar, üzüntüler, ümitsizlikler...aslında hepsi evrensel....Sizi bilmiyorum ama yaşadığım çoğu mutsuz olayın başkalarının tarafından da bir şekilde yaşandığını bilmek veya fark etmek beni epey rahatlatıyor. O yüzden, bu blogda, sizlerle, her mutsuzluğa düştüğünüz anda , içinizdeki güce güç katacak birkaç hikayeyi ve anımı paylaşacak olacağım, zamanımın yettiği ölçüde....

Olaylara, başımıza gelenlere, hayata, bazen o kadar atgözlüğü ile bakıyoruz ki, sahip olduğumuz mutluluğu veya komik durumu görmekten her nedense kaçıyoruz, illa ki mutsuzlukları, ümitsizlikleri görüyoruz.Bu dediğimi önce, komik bir hikayeyle, daha sonra da hayatımdan bir kesitle size aktarmak istiyorum.

Dr.Ruskin'in Amerikan Tıp Birliği dergisinde yayınlanan aşağıdaki yazısını okuyunca, olaylara tek yönlü bakış açımızın kişide nasıl farklı bir yaklaşım duygusu oluşturabileceğini, daha iyi anlayacaksınız.

Dr.Paul Ruskin, bir gün dersin konusu yaşlılık psikolojisi iken, derse ara verip, öğrencilerine bir örnek anlatmaya karar veriyor.
" Elimdeki örnek kişilik ne konuşuyor, ne de söyleneni anlıyor. Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor. Zaman, yer, ya da kişi kavramı yok.Yalnız, nasıl oluyorsa, kendi adı söylendiğinde tepki veriyor. Son altı aydır onun ynındayım, ne görünüşü için bir çaba harcıyor, ne de bakım yapılırken bana yardımcı oluyor. Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor.Dişleri yok, yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor. Elbiseleri salyalardan dolayı hep leke içinde.Yürüyemiyor, uykusu sürekli düzensiz, gece yarısı uyanıp, çığlıklarla herkesi uyandırıyor. Çoğu zaman mutlu ve sevecen ama durup dururken sinirlenebiliyor. Biri gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan ağlıyor."

Anlattığı vaka olayı bu kadardı. Dr.Ruskin, öğrencilerine böyle birinin bakımını üstlenip üstlenmeyeceklerini sordu.Öğrencilerinin hemen hemen tümü, bu kişiye bakamayacaklarını söylediler.

Dr. Ruskin, kendisinin bunu zevkle yaptığını ve aslında insanların bu zorlu deneyimi bir kere yaşadıktan sonra tekrar tekrar yaşamak istediklerini de belirtti. Hatta onların da bir şekilde yapacağını söyleyince öğrenciler şaşırdılar. Daha sonra Dr. Ruskin, sınıfın kapısını açıp içeri eşini ve eşinin kucağındaki..........sevimli mi, sevimli altı aylık kızını içeri aldı.....



Annem babam ben 7 yaşındayken ayrılmışlar...Annem çok muhteşem ve ilginç bir karakter...Onu ve ailesini anlatmaya ayrı bir kitap yazmak gerekir... Soyadları "Çelikiz"..... Atatürk vermiş bu soyadını. Çünkü annemin babası, Hilmi dedemin büyük abisi, Türkiye'nin ilk demiryolu müteahhitlerinden...Demirağ, Ören, Demirören aileleri gibi dedeme de soyadını bu sebeple Atatürk vermiş...Eve çuvalla para getirirmiş, çok üst düzey ve lüks bir yaşamın içinde olmalarına rağmen dedem son derece sıkı bir baba ve çocuklarını herşeyden sakınıyor...Annem de, dayım da ikizler burcu, yani içlerinde bir enerji bombası ile gezen insanlar ama hep bastırılmışlar....Annem denize girecek diye, dedem işçileri ters, gözleri kapalı, denizin ortasında halka yaptırıyor, annem onların ortasında kalan yerde havuza giriyor falan....O zamanlar beyaz çok güzel bir atları var....Birgün dedem yine dayımın istediği basit birşeye o kadar tavır koyuyor ki, ikizler burcu dayım, bu bastırılma öfkesini eve atla girerek gösteriyor...Evet, yanlış okumadınız, dayım sinirinden beyaz atın sırtına atlıyor, o zaman Urfa'da kocaman avlulu bir evde oturuyorlar, dayım atla eve giriyor, her odayı gezip, ortalığı talan ediyor, çıkıyor...ve tabi sonra bir süreliğine, dedemin korkusundan kayboluyor...Hep arada kalan anneannem....Günlerce oğlunu arıyor.....

Bu gibi çocukluktan gelen karakter bastırımları, istediğimiz, hissettiğimiz özgürlükleri yaşayamamız elbette ki sonraki yaşanmışlıklarımızda mutlaka ortaya çıkıyor....Annemde de böyle olduğuna inanıyorum....Hala 30 yaşında gibi....İçi içine sığmayan, hayat dolu, hiçbir şeyi sorun etmeyen, çok keyifli, süslü, inanılmaz birisi...Herkes onu çok seviyor...Ama ben, böylesine uç bir anneyle yaşayan yay burcu bir çocuk olarak, çok mutsuzluklar yaşadım...Çocukluğunda ve gençliğinde yaşamadığı hayatı, evlenip boşandıktan sonra yaşamaya çalışırken, belki de annelik ona göre değildi...Maalesef hayatında artık ben vardım...O yüzden mutsuz bir çocukluk geçirdim...Hep çok suskun ve çekingendim..Annem, babamın evi terk etmesine sebep olduğu için hep onu suçladım. Beni hep benimle bırakıp, kendimin, doğru yolu bulup bir yaşam tarzı oturtmak zorunda kaldığım için, hep onu suçladım. Babam evi terk ettikten sonra bir sene Belçika'da kaldı. Sonra da evlenip Adapazarı'na yerleşti.Uzakta olduğu için her zaman babamı annemden çok sevdim. Ancak yazları ve ya da tatillerde babamı görebiliyorsum..O kadar farklı 2 ev yaşantım vardı ki...Babam ayakları son derece yere basan bir insan, çok akıllı ve çok zeki, çevresindeki herkesin de öyle olmasını bekliyor. Bir konuyu bir kere anlatır, eğer anlamzsanız, şansınız yok...O evde herşey makul, yerinde, tutumlu, olağanüstü hiç birşey yok ama babamın kurallarına uyulması gerekiyor...Çok duygusal olduğum için bana bağırmasına bile tahammülüm yok ama tabi ki o da doğru bildiği babalığı uygulamaya çalışıyor...Annemin evinde ise herşey son derece açık, annemin kendi dünyasında bir hayatı var, zaten çoğu zaman ikinci eşi ile Mersin'deki evde kaldığı için, biz anneannemle birlikte Ankara'da oturuyoruz....
O zamanlar çok samimi arkadaşlarım var...Belki de aradığım şefkati arkadaşlarımda ve evdeki hayvanlarda arıyorum.Arkadaşlarım ve onların anneleri ve babaları hep bana karşı çok iyilerdi. Birileri beni evlerine davet edip te, geri eve dönünce, mutlaka odama gider ağlardım, "neden benim de böyle mutlu bir ailem yok, neden hiç biri yanımda değil" diye...Annemle babamın aynı anda yanımda oturup, gülerek yemek yediğimiz bir anı hatırlamak için kendimi zorladığım o kadar çok zaman oldu ki...
Tam 35 sene anne ve babamın ayrılmasını hep dert ettim, hep kendimi herkesten farklı gördüm...Hep babamı haklı, annemi haksız gördüm...Üniversite hayatım, evililiğim, çalıştığım işler, herşeyim yolunda gitse de, kimseyle bu acımı paylaşmadan 35 sene boyunca bu içsel mutsuzluğumu hep sırtımda yük olarak taşıdım.

Sene 2004...Birgün sevgili arkadaşım Fulya dedi ki: "Ece, sen seversin, çok iyi bir astrologa gittim, mutlaka senin de gitmen lazım..." O kadar heveslendirdi ki, sonunda randevu aldım ve gittim...Hani bazı insanlar vardır hayatınızda...Kısa bir süreliğine sizin hayatınıza dahil olurlar ama hayat boyu unutamazsınız, astrolog Sevda hanım hayatımdaki, işte o insanlardan birisi...

Randevu günü ona gittim, Cinnah caddesinde çok güzel bir çatı katında oturuyor ve bir sürü kedisi var....Odaya girdik, yıldız haritamı çizmiş, başladı beni anlatmaya, 2 gün boyunca kadın beni çalışmış!!!...Bir sürü şey konuştuktan sonra, anne baba hanesine gelince bana babamın hayatta olup olmadığını sordu...Ben de biraz şaşırarak: "Evet, hayatta." dedim... "Kusura bakmayın...O zaman babanız sizden hep uzakta olmuş olmalı, çünkü burada, hanenizde, babanızı yanınızda görmüyorum "dedi. Sonrasında, sohbetimizin nasıl geliştiğini pek hatırlamıyorum, Sevda hanımı çok samimi bulduğum için midir, o an çok duygusallaştığım için midir, bilemiyorum, kendimi terapi seansında gibi buldum, hem ağlayarak, hem deşarj olarak, annemin ve babamın 7 yaşımdan beri ayrı olduğunu, o zamana kadar yaşadığım mutsuzluğu, babamın nasıl benimle aynı evde olmasını hep hayal ettiğimi, kimseye anlatmadığım iç acımı ilk defa tanıştığım Sevda hanıma anlatıverdim...Sevda hanım arkasına yaslandı ve bir süre beni seyretti.Sonra hafiçe bana doğru eğildi ve dedi ki:

Ece hanım, şimdi beni iyi dinleyin....Siz bu kapıdan girdiğinizde ben size herşeyden önce bir karakter tahlili yaptım değil mi? Sizi nasıl tarif ettim? Kavrama yeteneği çok yüksek, o yüzden becerikli, içten, iyimser, pratik, özgüveni tamamen oturmuş, olgun, hayatttan ne istediğini bilen, hayatı hazmetmiş, bu sebeple huzurlu ve mutlu, kendi ile barışık, vs...Fark ettiyseniz, çok olumlu ve huzurlu bir karakter çizdim...Ama en büyük özelliğiniz bağımsızlığınız...Eğer benim şu anda yıldız haritanızda gördüğüm babayla büyüseydiniz, çocukluk ve gençlik yıllarınızda, kişiliğinizden dolayı gelen özgürlüğünüz, ve bağımsızlık sevdası, doğrusunu yapmaya çalışan, disiplinli ve kurallı ve katı baba tarafından mutlaka kısıtlanacaktı ve yaşam çerçeveniz herhangi bir şekilde kısıtlandığı zaman da, içsel bir biçimde alt üst olacaktınız...

Biliyor musunuz? Tasvip etmeseniz de annenize çok benziyorsunuz ama annenizin gençliğinde olduğu gibi sizi kısıtlayan birileri olmadığı için, kendi kendinizi yetiştirip hep doğru yolu bulmuşsunuz...Bilmediğiniz herşeyi kendiniz araştırıp, keşfetmişsiniz...Anneniz sizi yalnız bırakarak, belki de farkında olmadan hayata hazırlamış...Bence, eğer benim hanede gördüğüm anne ve baba birlikte olsalardı, hep kısıtlamalar, mutsuzluklar, tartışma ve kavga dolayısı ile bambaşka bir Ece büyüyecekti ve siz bu kapıdan girdiğinizde ben size bambaşka bir Ece tahlili sıralayacaktım...Özgüveni olmayan, hayattan ne istediğini bir türlü bilemeyen, kaçış arayan, mutsuz bir Ece anlatacaktım ve belki de sizle şu an bu mutsuz ve hayattan ne istediğini anlayamamış Ece'ye çözümler bulmak için konuşuyor olacaktık.. Mükemmel bir insansınız ve bunu anne ve babanız hep yanınızda olmadığı için hayata çok erken, yalnız başınıza başlamış olmaya borçlusunuz."

Sevda hanımın evinden çıktım..Duygularım altüst olmuştu, şaşkınlık içindeydim. Çok komik...35 sene birşeye inanıyorsunuz ve birisi çok basit bir şekilde olaya ne kadar farklı baktığınızı size yarım saatte anlatıveriyor!!! Hiç unutmuyorum, Cinnah caddesinde kaldırıma oturdum, bir süre kimse bana dokunmasın istedim...Kendime hayret ettim, neden hiç bu açıdan düşünmemiştim? Sevda hanımın her dediği kelimesi kelimesine doğruydu...Neden herşey için annemi suçlamıştım, tek kusurları hiç birbirlerine uymamalarına rağmen aşık olup evlenmeleri ve hemen çocuk sahibi olmaları idi.40 yaşımda Sevda hanıma gitmem, hayatımın dönüm noktalarından birisidir.

Yaklaşık 6 senedir, annem ve babamla ilişkilerim çok daha farklı, ayrılmaları ile en ufak bir üzüntü duymuyorum, çünkü onların sayesinde bu yazıları yazabilecek kadar kendi ile barışık, özgüveni olan, atılımcı, hayattan ne istediğini bilen, huzurlu ve mutlu bir Ece olarak karşınızda duruyorum.


"Seni seviyorum" cümlesini zaten çok kullanırım. Karşımdakinin yanıt vermesi veya vermemesi çok önemli değil. Sacha Guitry'yi okuyunca sebebini anladım.
Sacha Guitry'e sormuşlar:
"Dünyada en güzel şey nedir?"
"Sevmek.."
"Peki ondan sonra?..."
"Sevilmek..,"
"Neden sevmek, sevilmekten daha güzel?...."
"İnsan sevdiğine, sevildiğinden daha çok emindir de ondan."

Sizi seviyorum, dostlarım....

9.01.2011

İLK SÖZ

Tam ekran yakalama 09.01.2011 142828



O zamanlar kirada oturduğumuz Akşar Evleri'ndeydik.
Ah o Akşar Evleri...Benim için o kadar değerli ki...Orada hep hatırlayacağımız önemli olayları yaşadık.
Can orada doğdu...Hayatımın anlamı, ışığı... Daha sonra, Bilkent Üniversitesi, öğretim görevliliğini bırakıp evin arka bahçe katında, ilk boyama derslerini vermeye orada karar verip başladım..Öyle bir evde oturmasaydık, alt bahçe katı boş duruyor olmasaydı, belki de meslek değiştirip, ahşap boyamacı olmayı daha uzun seneler hayal etmeyecektim...Daha da geriye gidersek, Yıldız'da Ziraat Mühendisleri sitesinde otururken bir gün bahçede küçük bir yavru köpek buldum, ona birkaç gün evde baktık ama o zamanlar evde 4 kedi ve bir köpeğimiz var...Hatırlatayım, burası bir apartman dairesi ve beşinci katta oturuyoruz. O küçük köpeğe o kadar bağlandım ki, onu kaybetmemek uğruna, eşime, Hakan'a "ne olur, bahçeli eve taşınalım" diye tutturmaya başladım...

Çayyolu'na ve Akşar Evleri'ne ilk taşınma sebebimiz de (olaya farkındalıkla bakarsak) o minik köpek....Görüyorsunuz, hiç bir olay tesadüfen yaşanmıyor!!!Bugün bulunduğumuz noktayı tek tek kendimiz hazırlıyoruz..Küçük değişikliklerin, büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurmasına "Kelebek etkisi" (Butterfly Effect) deniyor..... Ama bu , o kadar büyülü bir konu ki, isterseniz, bu konuya sonra tekrar dönelim.
Nerede kalmıştık?.... Yıl 2006, bir öğleden sonra, Akşar'daki evde, mutfakta yemek yapıyorum.Hakan işten geldi. "Sana hediye getirdim" ... Bir baktım, elinde ambalajlı bir hediye... Ama ambalajından belli ki, bu bir kitap...Ellerimi kuruladım, hediyemi aldım, bir öpücük kondurdum ve paketi açtım. Ahmet Şerif İzgören'in "Avucunuzdaki Kelebek" kitabı...Hem de yazardan imzalı...Meğerse o gün, Ahmet Şerif İzgören, Hakan'ların otelde, Ankara Hilton'da Kişisel Gelişim Semineri vermiş, Hakan'da imza kuyruğuna girmiş, sıra ona gelince Hakan " Ahmet Bey, ben kitabımı kendi adımla istemiyorum, karım adına imzalamanızı istiyorum, ismi Ece " demiş.Ahmet Şerif İzgören kafasını kaldırıp gülümsemiş, "Uzun zamandır kitap imzalıyorum, hiç karısına hitaben imza isteyen olmamıştı, sizlere mutluluklar dilerim " ....

Kitabı tezgaha koydum, hem yemek yapmaya devam ettim, hem sayfalarını karıştırmaya...Sonraki yarım saat, herşeyi bırakıp, ben ayakta, kitap tezgahta sadece kitabı okuduğumu hatırlıyorum...

Hakan'a teşekkür borçluyum, her zaman bana ışık tutacak kitaplar önerdi...O gün kitaba hayran kaldım zaten akşama bitmişti, daha sonraki zamanlarda bütün Ahmet Şerif İzgören kitaplarını okudum...İlk olması sebebi ile, "Avucumdaki Kelebek" kitabı benim için çok değerli...Başlığı beni hep etkiledi..Sebebini tam bilemiyorum, Ahmet Şerif İzgören'in kelebek hikayesi mi beni çok etkiledi, "Kelebek etkisi" deyimine mi çok inandığım içindir, belki de sadece kelebeği hayvan olarak çok sevdiğim içindir....

"Kelebek bir kez kanatlandıktan sonra" diyor Colin Williams "bir daha asla tırtıl haline dönemez." Ne kadar doğru değil mi? Özgürce uçmayı tadınca, kim sürüne sürüne ilerlemek ister? Demek ki, yüzyüze geldiğimiz her yeni durum bizi daha yetenekli ve becerikli kılar.

Unutmayın ki, kelebek güzel ve özgür olduğu kadar narindir de...

Mutluluğumuz da narin bir kelebek gibidir...

Zamanın birinde 2 tane kız kardeş varmış, nasıl akıllılarmış anlatamam.Bilgiler onlara yetmez olmuş. Bir gün anneleri, onları dağdaki bilge adama götürmeye karar vermiş.
Kızlar, bilge adamla karşılaşınca ona sorular sormaya başlamışlar.Bilge adam bütün soruları doğru cevaplamış; kızlar çok sevinmiş ve eğitimleri için bir süreliğine izin isteyerek bilge adamın yanında kalmışlar.
Sordukları soruların hepsinin cevabı doğruymuş ama sonra sıkılmaya başlamışlar "Bilgenin bilmeyeceği bir soru bulalım" diye düşünmüşler.
Kızlardan biri bir gün "Buldum!" demiş "İki elimin arasına bir kelebek koyacağım ve bilge adama soracağım "Avucumdaki kelebek canlı mı, ölü mü?" "Ölü" derse kelebeği yavaşça avuçlarımdan bırakacağım, canlı canlı uçup gidecek, bilemeyecek, "canlı" derse kelebeği avucumun içinde sıkacağım, ölecek ve yine bilemeyecek. Bu fikir çok hoşlarına gitmiş. Hemen kelebekle birlikte bilgeye gitmişler.
(Şimdi lütfen sizde yapın. Avuçlarınızı, arasında bir kelebek tutar gibi, birbirlerine bakacak şekilde narince kapatın. Ben açın diyene kadar da açmayın.)
Bilgenin karşına oturmuşlar ve soruyu bulan kız sormuş:
"Avucumun içinde bir kelebek var;canlı mı, ölü mü?"
Bilge adam cevap vermeden önce kızın gözlerine uzun uzun bakmış ve hafif gülümseyerek cevap vermiş:
"Senin elinde güzel kızım, senin elinde...."

Şimdi açın avucunuzu...
Bakın hayatınıza ve mutluluğunuza....

Gördünüz değil mi, mutluluk sadece sizin ellerinizde, tam avucunuzun içinde...
İşte böyle...Unutmayın, mutluluğunuz narin bir kelebek gibidir... (Ahmet Şerif İzgören-Avucunuzdaki Kelebek)

Sizlere bu blog boyunca "şunu yapın, bunu yapın" diye ders vermeyeceğim tabi ki... Ben kuralları da pek uygulatabilen bir insan değilim zaten.Yemin ederim, başarının formülünü de bilmiyorum.Tek bildiğim, sizin hayal gücünüzü büyülemek... Bu öyle bir büyü ki, bu bloga her uğradığınızda, başka bir dünyanın kapısını aralar gibi olmalısınız...
İnşallah bu blog hayatınızı etkiler ve yıllarınıza hayat katar.
Bir Portekiz atasözü der ki: "Yaşlandıkça yaşlanmazsınız, yaşamadıkça yaşlanırsınız."

Sizlere mutluluklar diliyorum.