17.06.2011

Benim Babam...

Bir çocuğun babası ile olan ilişkisinin kalitesi, o insanın çevresine karşı göstereceği tepkiyi belirleyen en önemli etkendir. – John Nicholson


Hatırlamaya çalışıyorum,
Hafızamı çok zorluyorum ama olmuyor babamı bir türlü bizim evde hatırlayamıyorum…Nasıl işten gelirdi, acaba bana seslenir miydi?  “Kızım…ben geldim…” Evde ne giyerdi? O zaman Aşağı ayrancı Yazanlar sokaktayız…Evi biraz hatırlıyorum, bahçeyi, apartmandaki merdiveni…ama babam…yok, bir türlü, herhangi bir kare bile hayalime gelmiyor..Çok üzülüyorum…

Ona ait en eski hatırladığım,
Çocukluğuma ait en çok sevdiğim…
Ve sevindiğim zamanlar….

Onun bekar evindeyiz…. (Demek ki annemle boşandıktan sonra, gittiği Belçika’dan dönmüş ve Küçükesat İncesu’daki o hatırladığım evi tutmuş!) Babam ve ben varız sadece…O günler babam sadece benim…Gözlerimin içine dikkatle ve sevgiyle bakardı…O günlerde babam beni hiç susturamazdı, söylediklerimi eleştirmez, beni gerçekten dinlediğini ve anladığını bilirdim… 8-9 yaşın saflığı ile,duygularımı hiç çekinmeden anlatırdım… Sonra…çoook uzun zaman, yaklaşık 30 sene bunu bir daha yapamadım, onunla duygularımı paylaşamadım…

Çok güzel oyunları vardı….Ahh, bir türlü tam hatırlayamıyorum ki..Halbuki, bir hatırlasam, benim için dünyanın en değerli anıları olacaklar…Galiba “ne iş yapıyorsun?” oyunu oynardık… Babamın arkasına geçerdim, başlardım dişimi fırçalamaya ya da başlardım saçımı taramaya…O sorular sorarak, benim verdiğim cevaplardan,  ne yaptığımı tahmin etmeye çalışırdı…Hep, katılarak güldüğümü hatırlıyorum, o kadar komik işler söylerdi ki…Şimdi anlıyorum, beni oyalamak için ne kadar uğraştığını, beni eğlendirmek için ne kadar yaratıcı olmaya çalıştığını… 

O zamanlar Tunalı, Buğday sokaktaki Neşe İlkokulu’na gidiyorum..Babam da tam karşıdaki Su-Yapı’nın kurucu mühendislerinden.… Bir de Kebap 49 ve Rıhtım restoran anılarım var… Okuldan azıcık aşağı inince, Buğday sokağın Tunalı’ya çıktığı yerde Kebap 49 var..Her yeri camla çevrili…Hiç değişmeyen menüm, kıymalı pide….Babam hala söyler “Sorardım sana, ne yiyeceksin yavrum? Her zaman tek cevabın vardı.” “Kıymalı pide babacığım.”

Su-Yapının altında da Rıhtım Restoran var…Rıhtım’ın, her yemek öncesi masaya getirilen, özel tırtıklı bıçakla sıvazlanıp, şık cam kaseye konmuş tereyağları ve sıcacık ekmeğini o kadar net hatırlıyorum ki… Babam ve ben, başbaşa olduğumuz için bu iki yer benim için hep çok özel yerler oldu …

Sonra….sonrasında, yalnız bir adam ne yapar Ankara’da?…O da çok haklı olarak arkadaşlarının uygun gördüğü ve sonradan çok güzel anlaştıkları “Asuman Abla” ile evlendi… 9 yaşlarında babasına hayran bir kız…Büyüdükçe yaşamını sürdürmek zorunda olduğu anne evinde, hep reddettiği bir yaşam tarzını yaşamak zorunda, baba evinde, babasını paylaştığını düşündüğü yepyeni bir kadın, bir üvey kardeş,ardından bir kardeş daha…..

12 yaşımla, 45 yaş arası,  hep içimde babamla mücadele eden yeni bir Ece oldu, o Ece gerçekten ben miydim bilmiyorum, bildiğim, bekar evinde, babasıyla kahkaha krizleri geçiren Ece yerine, duygularını ifade edemeyen, ifade edememenin sıkıntısıyla kin ve içten içe depresyonlar yaşayan yeni bir Ece’nin oluştuğu… Babam öyle güçlü ve sağlam ki, hem karakteri dolayısıyla hem de benim babam olması sebebiyle, hayatımı yaşarken, düşmeme, yanlışlar yapmama asla tahammül etmedi…

Maalesef, onun bana ısrarla öğretmeye çalıştıklarını, kendim o yanlışları yapmadan öğrenmedim… Yapılan bu yanlışlar, hayatımdaki en değerli varlığı, babamı kısa bir zaman içinde olsa, kaybetmeme sebep oldu… Ama şimdi geriye dönüp baktığımda, babamla küskünlüğümün sonunda ondan duyduğum birkaç cümle, hayatımda duyduğum en güzel, en muhteşem cümlelerdi… Aramızdaki ilişki açısından çok kötü geçen birkaç zaman sonra, onun hayatında, benim yerimi ifade eden o kısa ve öz açıklama, babamın sesi, vurgulaması dahil hala kulaklarımda…Artık, ölsem de gam yemem derler ya, aynen şimdi öyle hissediyorum…

Ne tuhaf… 45 sene yaşıyorsunuz, büyüyorsunuz, okuyorsunuz, evleniyorsunuz, çocuk sahibi oluyorsunuz, günde 16 saat çalışıyorsunuz ama bütün bunları buruklukla yaptığınızı fark ediyorsunuz ve 45 sene boyunca beklediğiniz, o 1-2 cümleyi duyunca, bütün yaşadıklarınız siliniyor ve yeniden revize olup, mutluluk içinde, hayata tekrar yeni bir sayfa açıyorsunuz..

Babam hedeflerine kitlenen ve asla sizi yanıltmayan birisi..
Mersin’in Gözne köyünden…11 kardeşli bir ailenin ferdi..Parasızlık dolayısı ile defalarca evlatlık verilmiş ama her seferinde kaçarak eve geri dönmüş…Orta1’in sonunda abisinin desteği ile minik bir manav dükkanı açıyor..Bir gün İngiliz asıllı bir türk  manava giriyor ve babamın ona söylediği İngilizce cevaplar çok hoşuna gidiyor…. “Bana çay ısmarlar mısın?” deyip dükkanda babamla biraz oturuyor… İngiliz William Rickards, bu küçük esmer çocuğun, köy ilkokulu’nda öğrendiği İngilizcesiyle bile olsa, onunla konuşmasından çok etkileniyor ve “bana hergün çay ısmarlarsan, ben de sana daha çok kelime öğretirim.”diye bir teklifte bulunuyor..Gerçekten de William hergün babamın yanına gelip çay içiyor ve ona İngilizce öğretmeye başlıyor…

 O zaman babam Mersin ticaret lisesi’nde..Mersin lisesi’ne geçince William evde İngilizce ders vermeyi teklif ediyor babama… Böylece  William’ın evinde İngilizce dersler başlıyor.Sonuçta babam liseyi çok iyi bir dereceyle bitiriyor… William son İngilizce dersinde, bir öneride bulunuyor.“Biliyor musun, Ankara’da mühendis ve bilim adamı yetiştiren yeni bir üniversite var, İngilizce eğitim veriyor.İsmi ODTÜ. Oraya başvurmanı ve imtihanına girmeni istiyorum.” Yıl 1958, ODTÜ 1956’da açılmış,  daha henüz barakalarda ders yapıyorlar.Babam William’dan aldığı 50 lira ve Abdullah ağabeyinden aldığı 50 lira ile, toplam 100 lirayla ODTü’nün imtihanına geliyor ve bir gece Ankara’da kalıp dönüyor…İmtihanı çok iyi derece ile kazanınca,  William babama yeni bir öneride bulunuyor...“Sen Ankara’ya gidip ODTÜ’ye başlayacaksın, “artık ihtiyacım yok” diyene kadar,  sana, ben, her ay 50 lira, annem de 50 lira  göndereceğiz.” Böylece babam, yine kardeşinden aldığı 50 lirayı da katarsak 150 lira ile Ankara’ya gelip ODTÜ’ye, İnşaat Mühendisliği’ne kaydını yaptırıyor… 3-5 ay sonra babam başvurduğu DSİ bursunu kazanıyor ve o parayla hem Ankara’da kalıp, hem ODTÜ’de okuyor… Yazın staj yapıyor, kışın okulun içinde çalışıyor….Okulunu çok iyi bir derece ile bitiriyor...Parasızlık dolayısı ile maydanoz satarken tanıştığı bir adam sayesinde önüne çıkan fırsatları çok güzel değerlendirip, okullarını bitirebilmesi için her imkanı kullanıyor…

Sonrasında, ülkemizin DSİ gibi en önemli kurumlarında, Su-Yapı gibi, Nurol gibi tanınmış büyük şirketlerinde, mühendis olarak, barajlarda, İskenderun Demir Çelik fabrikası’nda, Hyundai otomobil fabrikasında imzası olan değerli bir mühendis profli çizmesini başarıyor. Benim için, kendi istikbalini yoktan var etmenin en güzel örneğidir babam…

Yıl:1990…26 yaşımdayım..
Hilton Oteli’nde resepsiyonda çalışıyorum..Banu çok yakın arkadaşım o zamanlar..Biz iki genç kafadar, çeviri yaparak ekstra para kazanmaya karar veriyoruz…Bu haber çabuk duyuluyor ve otelde kalan bir müşteriden Savunma Bakanlığı’na sunulacak bir “kokpit simülasyonu”dosyasının İngilizceden Türkçeye çeviri işini alıyoruz… Aman Allahım, her gece iş çıkışı, önümüzde 5-10 teknik çeviri kitabı, deli gibi çeviri yapıyoruz…Çok kalın bir teklif…Çevir, çevir bitmiyor…Son haftasonumuz.. Biliyoruz ki, önümüzdeki hafta içi , bizden teslim alınacak ve sunum yapılacak… Galiba son 100 sayfa kalınca ben pes ettim.. Banu’nun da son 2-3 gün içinde bu 100 sayfayı çevirmesine imkan yok, çünkü normalde rekorumuz günde 10 sayfa!!!

Gece saat 9 civarı.. Hilton’dan ani bir kararla babamı aradım..”Babacığım, senden bir ricam olacak..Biz böyle böyle böyle bir işe giriştik, artık parasında da değiliz ama bitirmemiz şart, adamlar Savunma Bakanlığı’nda, haftaya bu çeviri ile sunum yapacaklar….” Babamın tek sorduğu şu oldu “Orada faks makinen var mı?” “Evet?” “ İyi o halde..Bana kalan bütün sayfaları faksla…”

Banu’yla bir heves hemen kalan 100 sayfayı babama gönderiyoruz….Heyecan içinde beklemeye başlıyoruz…Gün ağarırken, arka taraftaki faks makinesi aniden çalışmaya başlıyor…Bir bakıyorum çeviri geliyor….Hala, üstünden seneler geçmesine rağmen babamın, o kadar kısacık bir zamanda, 100 sayfa çeviriyi yaptığına ve bize sabaha kadar gönderdiğine inanamıyorum… Teşekkür etmek için aradığımda babam beni uyarıyor… “Lütfen hayatınızda planlı, programlı çalışmayı öğrenin, gözlerim kan çanağı oldu vallahi.” Okuduğumuz kolejler, verilen onca ders paraları, yurtdışı okulları…Babama bakınca bunların bazen ne kadar boş olduğunu görüyorum…Kendini yetiştirmeyi bilen kişi, her koşulda diğerlerinden iyi olmasını biliyor..

Yıl: 1990. Adapazarı Depremi…
Nurol şirketi’nden istifa ettikten sonra, babamlar, Ankara’dan, “Asuman Abla”nın memleketi Adapazarı’na taşınıyorlar…Müteahhitlik yapmaya başlıyor…Yıllarca çok sıkı çalışarak, kendi oturduğu apartman dahil, Adapazarı’nda bir sürü projeye imza atıyor…

O hafızalarımızdan silinmeyen gece, biz Ankara’dayız ve depremi hafifte olsa yaşıyoruz ve hepimiz sabaha kadar uyumuyoruz…Henüz depremin esas yerini öğrenemiyoruz… O sabah, kayınpederim de önemli bir ameliyat olacak, o yüzden erkenden ailece hastanede, kayınpederimin odasındayız…En nihayet, elektrikler geliyor, telefonlar açılıyor ve televizyondan ilk önemli haberleri almaya başlıyoruz…Nasıl yani? Adapazarı mı dedi spiker? Yaşadığım o ani soğuk teri herhalde hiçbir zaman unutamam…Spiker orada anlatıyor, “durum vahim, henüz Adapazarı’na ulaşılamadı bile” gibi birşeyler duyuyorum sadece…Babam orada…Allahım’a devamlı yalvarıyorum..”Ne olur bir şey olmasın ona” diye… O gece yarısına kadar haber alamıyoruz..Gece yarısı telefonum çalıyor ve telefonda babam….Gözyaşlarımı tutamıyorum onu dinlerken… “Birşeyimiz yok kızım, biz iyiyiz, evin önündeki caddeye yatak yapıldı, orada yatıyoruz, fena mı, ilk defa Asuman’la elele uzandık, gök yüzünde yıldızları seyrediyoruz.”…. “Yıldızları mı seyrediyorsunuz?!!!”

Şimdi anlıyorum ki, olaylara başkaları gibi negatif bakmamamı, her zaman pozitif bir çıkar yol bulmamı babamdan almışım.Sonradan bana anlatıyorlar, deprem olduktan sonra herkes don gömlek apartmanı terk ediyor…Kapının önünde bir bakıyorlar sadece Mithat Bey, babam yok…Bağırıyorlar can havliyle.”Mithat Bey, neredesiniz? Çıksanıza?...” En nihayet babam temele bir hayli göçmüş apartmandan, giyinik bir şekilde çıkıyor.. “Ne var? Niye bağırıyorsunuz? Zaten deprem oldu, bitti, neden böyle don paça fırladınız, giyindim, cüzdanımı ve önemli evraklarımı buldum, çıktım işte.”
Babamla gurur duyuyorum…Olaylar karşısında sakinliğimi ve panik yaşamadan yapılması gerekenleri yapmayı da babamdan  kapmışım demek ki, ne mutlu bana…

Birkaç defa hayatına maddi anlamda tekrar başlaması gerekiyor babamın… Hep çalışarak okuduğu ODTÜ’den mezun olur olmaz, annemle, binbir zorluklarla kurduğu hayatını, birgün kapıyı çekip terk edip, bırakıp gidiyor, bir tek eşya almadan… 25 sene sonra, bu sefer de deprem dolayısı ile herşeyini kaybediyor..Yine yılmıyor, bir saat içinde kaybettiklerini bir sene içinde tekrar yapılandırıp, hayatına Sapanca Kırkpınar’da yeniden başlayabiliyor…
Babamla, onun çabaları ve yaptıklarıyla gurur duyuyorum..

Hep kötü olaylar, başkalarından dinlenir de kendi başımıza gelmezmiş gibi hissederiz ya… Kanserden bahsedilince de öyle olmaz mı?….
Babam telefonda tahliller ve tetkikler yaptırdığını ve akciğer kanseri olduğunu söyleyince de bir türlü inanamamıştım…Sanki o an ben ve babam telefonda konuşmuyorduk ta başkasının hikayesini uzaktan seyrediyorum… Evet…Hayatında sigara içmemiş, sakin, pozitif, doğal yaşamayı seven babam akciğer kanseri olmuştu…Biz çevresindekiler panik oldukça o normal hayatına devam ediyordu…Bir keresinde telefonda bana şöyle dedi.. “ Kızım, neden beni bu kadar çok beni arıyorsun? Grip olduğumda da, beni bu kadar merak ediyor musunuz? Bu da bir hastalık, grip kadar normal…Aynen gripte olduğu gibi doktor ne öneriyorsa onları yapıyorum ve normal prosedür bittiğinde iyileşeceğim..” Gerçekten de kanseri yenme sürecinde, babamın hayatında normalin dışında hiçbir farklılık olamdı, kemoterapi gördüğü dönemde saçları bile dökülmedi… Canım babacığım, sadece, İstanbul’da Amerikan Hastanesi’nde, ameliyat sonrası yoğun bakım odasına girdiğimde, ilk ve son defa babamı biraz çökmüş olarak gördüm…Orada bile bizi nasıl da neşeyle karşıladı…
Kanser denen korkunç hastalığı bile alt eden babamla gurur duyuyorum.

Babamla sohbet etmek bir ayrıcalık…Herkesle sohbet ederken, herşey normaldir, bir siz fikrinizi söylersiniz, bir karşıdaki… Ama babam  sohbete başlayınca, herşey faklılaşır, fikir falan kalmaz, hayretle olayın bu yönlerini nasıl görmediğinizi düşünür ve hayranlıkla onun vurgulu, gereğinde esprili, öğüt veren, adeta kitap okurcasına süslü cümlelerini dinlemeye başlarsınız.. Ondan hiç umut etmediğiniz konularda bile, sizden çok bilgisi olduğunu görünce şaşarsınız…
Babama teşekkür borçluyum…Benim aklı başında olmama, duygusal değil duygulu olmama, zayıf ve çabuk pes eden biri olmamama, olayları çabuk toparlayan ve iş bitirici olmama hep yardımcı olduğu için…Acıyla, kederle, elemle hayatı kendimize zehir etmemeyi öğrettiği için…Çalışkanlığı ile herkese örnek olduğu için…

Benim babama karşı duyduğum derin sevgi, onun hatalarını görmememe sebep olmuş olabilir. Bana göre o mükemmel bir insan…Hayata bakış açısı, benim yaşantımda olumlu ve sonsuza dek sürecek bir ayrıcalık meydana getirmiştir… Babam canlı, çalışkan, dinç, kuvvetli, devamlı yaşam gücü dolu ve süreklidir. Şimdi, bu yaşımda, çocuğum olduğu için, benim başarılı, mutlu , dengeli ve sevinçli olmamı babamın, neden bu kadar çok istediğini  (ancak) anlayabiliyorum.

Benim babam olduğun için sana teşekkür etmek istiyorum, tanıdığım en büyük ve değerli adam sensin ve seni her zaman çok seviyorum…

Çocuklarımıza nasihatlerimizi veya mallarımızı miras bırakamasak da olur, ama sözü edilmeyen hazineyi, yani insanlığı ve anne babalık örneği,  onlara bırakacağımız en güzel mirastır. Tüm varlığımla, babamdan aldığım örnekle, ben de, oğluma bu mirası bırakmaya çabalıyorum…

Mithat Aymer'in kızı,